Bir yerlerde bir acı varsa, o acı bir rüzgâr gibi geçiyor içimizden. Tanımadığımız insanlar ölürken, birden tanıdık oluyorlar, bir annenin çığlığı kulaklarımıza takılıyor, bir çocuğun yüzü gözümüzün önünden gitmiyor. Ölüm… Ölüm, dünyanın en eski akrabalığı.
Zâkir’i izledim.
Yolcu Tiyatro’nun son oyunu… 25 Haziran Çarşamba akşamı Baba Sahne’de sahneye konan, sazlı, sözlü, bol alkışlı bir oyun. Oyun elbette çok tanıdık bir hikâyeyi, çok tanıdık olmayan bir dille anlatıyor.
Ali Ilgaz ve Bedo.
İki çocukluk arkadaşı… Hayatla, sistemle, birbirleriyle didişe didişe büyümüşler. Sonra yolları ayrılmış: biri devrimci olmuş, biri polis.
Bir Alevi dergâhından çıkmışlar. Dedeleri, onların “Zâkir” olmalarını istemiş. Sazla, sözle, deyişle büyümüş iki arkadaş. Şaşırmadınız değil mi “Türkiye işte…” memleket başka bir yol çizmiş onlara.
Oyun Ali Ilgaz’ın hikâyesine odaklanıyor gibi görünse de Türkiye’nin 1990’lardan günümüze sosyal ve politik atmosferine de götürüyor izleyeni.
Gazi’de taranan bir kahveyi hatırlıyorsunuz örneğin… Sivas’ta yakılan canları… Gezi Parkı’nda atılan bir sloganı düşünüp gülümseyebiliyorsunuz…
Sahne zaman zaman geçmişe, zaman zaman bugüne gidip geliyor. Bir parkta başlayan direnişin ortasında Ali Ilgaz’ın Buket’e âşık olması, çocukluklarının peşinden bir daha asla tutamayacakları günlere özlem duymaları…
Bir Türkiye klasiği gibi oyun desem abartmış olmam. İşkence, politik baskılar, gençlik çatışmaları ve her koşuda umuda tutunma çabaları…
Ve “Zâkir”in oyuncularına gelecek olursam… Ali Seçkiner Alıcı ve Ersin Umut Güler… İki güçlü oyuncu. Biri aynı zamanda müzik direktörü ve sazı sahnede çalıyor. Müziğin, sözün ve hikâyenin birbiriyle bu kadar iç içe geçtiği bir oyuna uzun zamandır tanık olmamıştım.
Özcesi, Zâkir’de iki arkadaşın ilişkisi üzerinden Türkiye’nin bir hafıza da sahneye taşınıyor. Sanırım böyle düşünmemi sağlayan bu topraklarda hem türkülerin hem travmaların bir taşıyıcısı olan zâkirler.
Ayrıca, şunu da ekleyeyim, Ali Ilgaz’ın hayalinde canlanan Masalsı Eren ve Charlie Chaplin gibi karakterler, oyuna absürt ama çok dokunaklı bir katman daha ekliyor. Kırılma anlarına götürüyor bizi. Kendi kırılmalarımızı hatırlatıyor.
O yüzden Zâkir’i sadece izlemek değil mesele. Onu biraz hissetmek gerekiyor.
Bir yerlerde bir parkta gençler direniyorsa, bir başka yerde bir çocuk, babasının hayalini kuruyorsa…
Bir yerlerde biri ağlıyorsa, o rüzgâr bize de çarpıyor.
Oyundan akla kalan cümleleri de buraya bırakıyorum:
“Anadolu’ya insanı insana nakşetmeye, kanı toprağa salan açgözlülüğe set olmaya gelmiştim. Bin yıl önce, bir güvercinin kanatları altında! Şimdi, Ali Ilgazların evinde bir çerçevenin içinde Hacı Bektaş Velî suretinde masalsı bir erenim.”
“Herkeste olmayan bir şey vardı bu çocuklarda; Zâkir olacaklardı. Bakın ben öyle laf olsun diye bir şey söylemem, başka bir şey vardı bu çocuklarda; sazın tellerine kalpleriyle dokunurlardı. Dinleyene, benim gibi böyle afili cümleler kurdururlardı. Evet, kalbe dokunurlardı.”
Oyunun Künyesi
Öykü: Ahmet Sami Özbudak
Yönetmen: Ersin Umut Güler
Müzik Direktörü: Ali Seçkiner Alıcı
Oyuncular: Ali Seçkiner Alıcı, Ersin Umut Güler
Yardımcı Yönetmen: Emre Can Sancar, Sinan Akcan
Hareket Tasarımı: Utku Demirkaya
Dekor Tasarımı: Cihan Aşar
Kostüm Tasarımı: Özlem Kaya
Işık Tasarımı: Yasin Gültepe
Afiş Tasarımı: Uğurcan Ataoğlu
Afiş Fotoğrafı ve Teaser: Ulaş Beşoklar
Oyun Fotoğrafları: Orhan Cem Çetin
Yürütücü Yapımcı: Emre Can Sancar
Tek perde, 75 dakika
(EMK)