İnan bıktım bitanem, mücadele etmek istemiyorum!

Bu yazının girişinde şarkı bekleyenlerden özür dilerim, hiçbir şarkı bu yazının geçişine layık değildi. Lütfen sadece içinizdeki cızırtıyı dinleyin.

Mücadele etmek istemiyorum. Bilmem ne ülkesinde, insanlara altın tepsilerde sunulduğu iddia edilen ama zaten yapılmıyor olması insanlık suçu olan hiçbir şey için mücadele etmek istemiyorum.

Yüzlerce kişinin işkence ile gözaltına alındığı, hasta tutsakların en iyi ihtimalle ev hapsine yollandığı, insanların öylece malına mülküne çöküldüğü şu günlerde böyle laf söylemek hiç kolay değil ama içimden gelmiyor.

Ayakta durabilmek için sağa sola tutunmak zorunda olduğum bugünlerde apolitiklik şovuyla adeta izleyenleri hayrete düşüren bir kentten yazıyorum bunları. Sanki koca bir beyaz yakalı topluluğu, sadece hafta sonu yapılacak aktivitelerini dert ediyormuş da ben de onlara ayak uydurmak zorundaymışım gibi hissediyorum.

Bir yandan hayatımı özgürce yaşayabilmek için vermem gereken bir mücadele varken, diğer yandan; ‘Ya bişey yapsak nolcak, olsa Gezi’de olurdu’ diyen bir toplulukla aynı bedende yaşıyorum.

Her yandan gelen farklı seslere yetişmeye çalışırken, bir yandan da hayatımda yaşadığım binbir türlü sorunu dakika 90’da çevirip en azından golsüz bir şekilde günü, ayı, yılı kapatmaya çalışıyorum. Evet, dostlar, arkadaşlar ve diğerleri; bu kötü bir itiraf ama inanın hiçbir şey hakkında mücadele etmek istemiyorum. Yeni nişanlanmış o arkadaşlar gibi hayat bir anda düzene girsin ve ben göğsümü gere gere; ‘İnan bitanem bi anda oluyor’ diye, ahkam keseyim. Ama yok…

Günde en az 3 vakit üstümüzden dozerle geçmeye yemin etmiş bir iktidarın gölgesinde; neremle, nasıl doğuracağıma bile müdahale edilirken, hukuksuzlukların, rantın, peşkeşin bini bin parayken ben dümdüz yaşayıp, yaşlılıktan ölme hakkımın bile elimden alınmasına artık tahammül edemiyorum.

Ölmelerden ölme beğen ülkesinde, dönüp dolaşıp tutunabildiğim tek şey ise yine mücadele. Neresinden tutunabiliyorum o da meçhul tabii. Yapamadığım her şey, söyleyemediğim her söz ve en önemlisi deviremediğim her iktidar üstümde büyük bir yük oldu.

Kişisel gelişimcilere tutunup bir nebze de olsa açan çiçekte, öten kuşta, doğan güneşte bulmaya çalıştığım umuda bile göz dikenlere karşı verdiğim pasif-agresif tepkilerin yerini daha büyüklerine bırakması zamanının gelip geçtiğini biliyorum. Bu bilginin ortasında ayın belirli günleri birileri tarafından bildirilen tarihlerde boykot yaparak direnişimden bir adım dahi geri durmuyorum(!)

Zaten malum markaları Gezi’den ve 6 Şubat’tan bu yana boykot eden birisi olarak o kadar kolay oluyor ki benim için boykot, fazlasını da yapıyorum ve sadece küçük işletmelerden öğle yemeği yiyip ayın 4’te 3’ünü geçiriyorum.

Böylesi de yetmiyor dostlar, yetmesine imkan yok. Bu yetmezin ortasında suçun tamamını artık sizlere atmaya karar verdim. Hesap sormam gerekenler canavarmışım misali sesimi kısmaya, beni yok saymaya ve hapsetmeye çalıştığı için kendimi yeterli hissetmediğimden oluşan öfkemin bir yerden çıkması şart. O yüzden yapmadığınız her şey için öfkemi daha da büyüteceğim. Hem zaten zamanında yapmış olsaydınız, biz bu çürük düzende bir o yana bir bu yana savruluyor olmazdık. Bize bu geleceği ve geçmişi reva görenler yazar kasayı zamanında atmayanlar, ilk hukuksuzlukta ses çıkarmayanlar, komşusunun evine hırsız girdiğinde perdesini kapatanlardır. Bu söylemleri daha artırmak çok kolay ama ne demek istediğimi gayet iyi anladığınızı düşünüyorum.

Çuvaldızı size soktuğum bu noktada haklı mıyım, haksız mıyım bilemem ama bunları X’te veya yakın çevrede 24 saat tartışan bir kitle var. Bu kitle; ‘Neden daha önce var olmadın da bunun olmasına izin verdin, şimdi mi ses çıkardın’ minvalinde eleştirileriyle hayattan bezdirip, sizi pasifize etmeye yemin etmiş bir kitle. Bu bahsettiğim sevgili arkadaşlar; ‘Devrimci şöyle giyinir, devrim şöyle yapılır, bu yöntem değildir’ diye konuşur da konuşur. Özellikle kadın ve lubunyalar bu kişileri çok yakından tanır. Üstün deneyimlerini aktaramayan, hatta harekete geçenleri de pasifize eden bu arkadaşlar yüzünden girdiğim aşağılık kompleksini henüz tam atamamış olsam da, Huzursuz Beyin bülteninde yazan şu soru ile bir nebze anlam kazandırdım: “Gerçekten öfkemizi yönelttiğimiz kişiler, bizimle aynı pis suda yüzmeye çalışanlar mı olmalı?”

Soru bana çok büyük geldi, üstüne epeyce düşündüm. Zaten yılmışım, çabalıyorum, debeleniyorum. Bunları yaşarken empatisinin zerresine muhtaç olabileceğime inandığım insanlardan sürekli eleştiri alınca, bir damla kalan isteğim de sönümlendi. Çok iyi biliyorum bunu bir avuç kişi yapıyor ama o kadar çok eleştiri var ki zihnimde, yaptığım her şeyin yetersizliğiyle ettiğim mücadeleyi geç, var oluşum bile sallantıya girdi. Benim ve bazılarımızın direncini sömürerek hayatta kalmaya çalışan bu arkadaşların içinde debelendiği su da bizle aynı. Kendilerine yoktur kinim, lakin kuzum lütfen asıl meseleye odaklanın ve bizi salın: “ODTÜ’de TOMA’nın ne işi var?”

(AÖ/HA)

.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir