Ezgi Mola vs. ev işgal hareketi

Gündemde oyuncu Ezgi Mola’nın Barcelona’nın El Born semtinde yatırım amacıyla satın aldığı evin, İspanya’da boş konutları sosyal veya barınma gerekçeleriyle işgal eden ‘Okupa’lar tarafından ele geçirmesi var. Dünyanın sayılı turizm merkezlerinden biri olan Barcelona, son yılların öne çıkan oyuncularından Ezgi Mola’yı da etkilemişe benziyor. Şehirde yaşayan bir arkadaşı evi kontrol etmeye gittiğinde, içeride yabancı kişilerin yaşadığını fark ederek durumu Mola’ya bildirdi. Mola, evini geri alabilmek için hukuki süreci başlattı; ancak İspanya’daki yasalar, işgalcilerin belirli koşullarda mülkte kalmalarına izin verdiğinden, bu süreç uzun ve karmaşık olabilir. Bu karmaşık süreci daha iyi anlamak için, bu işgalinin arkasındaki Okupa Hareketi’ni ve onun dinamiklerini anlamak gerekli.

İspanya’da “48 saat kuralı” olarak adlandırılan süreç, mülk işgallerinde hayati bir öneme sahip. Eğer bir evin işgalinden sonraki 48 saat içinde polis haberdar edilirse, güvenlik güçleri olaya “suçüstü” kapsamında müdahale ederek mahkeme kararı olmadan işgalcileri tahliye edebilir. Ancak bu sürenin geçmesi durumunda işgalciler fiilî yerleşim hakkı kazanmış sayıldığından, tahliye ancak yıllarca sürebilecek bir mahkeme süreciyle devam eder.

İspanya’daki Okupa Hareketi, boş evlerin işgal edilmesinden ibaret bir “mülk sorunu” değil; neoliberal kent politikalarına, emlak spekülasyonuna, mülk sahipliğinin kutsanmasına ve toplumsal dışlamaya karşı köklü bir direniş hattı. Bu hareket “barınma hakkı”nın ötesine geçen, sınıfsal ve kolektif bir yaşam mücadelesidir aynı zamanda. Bu yazıda, Okupa Hareketi’nin sınıfsal ve toplumsal arka planını da ele alacağız.

İspanya’daki Okupa Hareketlerinin yanı sıra Berlin’deki Hausbesetzung (ev işgali) hareketi de 1980’lerde benzer şekilde kentteki rant politikalarına karşı oluşmuştu. Uzun süren mücadeleler sonucunda kazanılan bazı evler, günümüze kadar sosyal projelerin gerçekleştiği alanlar olarak kalsa da, toplumsal perspektif sunmakta geri düştüğü için, zamanla zayıfladı. İspanya’da ise 48 saatten fazla süren işgalin yasal haklara kavuşması ise, hâlâ günümüze kadar güçlü kalmasına yol açtı.

Engels: Konut sorununun sınıfsal temeli

Friedrich Engels’in 1872 tarihli Konut Sorunu Üzerine adlı çalışması, özellikle Pierre-Joseph Proudhon’un fikirlerinden etkilenen küçük burjuva sosyalistlerinin ve liberal reformistlerin konut sorununa dair yüzeysel yaklaşımlarına karşı sert bir polemik niteliği taşır. Engels, Proudhon’un konut sorununa getirdiği çözüm önerisinin kapitalist üretim biçimini temelden sarsmadığını, aksine onun yeniden üretilmesine hizmet ettiğini vurgular. Proudhon’un, kira ödeyen işçilerin zamanla evin sahibi olmasını önerdiği plan, Engels’e göre yalnızca görünürde bir çözüm olup kapitalist üretim ilişkilerini değiştirmemektedir. Engels, bu yaklaşımın özellikle büyük sanayi ve şehirlerin geliştiği koşullarda hem anlamsız hem de tarihsel olarak gerici olduğunu belirtir. Çünkü herkesi bireysel ev sahibi yapma fikri, modern üretim koşullarıyla çelişmektedir. Ayrıca Proudhon’un kapital faizini ortadan kaldırma önerisi de Engels tarafından eleştirilir: Tarih boyunca faiz karşıtı yasaların başarısız olduğu ve bu tür müdahalelerin kapitalizmin temel mekanizmalarına zarar veremeyeceği açıktır. Faizin kaldırılması durumunda dahi, konut kiralarının alınmaya devam edeceğini belirten Engels, bu yaklaşımın barınma sorununu ortadan kaldırmaya yetmeyeceğini net biçimde ifade eder.

Engels, mekânın sınıfsal karakterine üretim ilişkileri temelinde yaklaşırken, Benjamin bu sınıfsallığı kültürel aidiyetin, hafızanın ve estetik deneyimin yitimi üzerinden kavrar. Her ikisinin kesiştiği nokta, mekânın kâr mantığına teslim edilmesidir. Sanat ve sanatçının yaşadığı şehirle ilişkisine dair en önemli eserlerinden biri de Walter Benjamin’in Pasajlar Kitabı’dır. Bu kitapta Paris’in Haussmann tarafından yeniden inşası, sadece fiziksel dönüşüm değil, aynı zamanda kent yaşamının anlamının ve hissiyatının köklü biçimde bozulması olarak betimlenir. Benjamin, Haussmann’ı bir “artiste démolisseur”, yani “yıkım sanatçısı” olarak tanımlar; ancak bu yıkım yalnızca binaları hedef almaz, aynı zamanda kent sakinlerinin şehre dair duygusal ve tarihsel bağlarını da ortadan kaldırır. Şöyle yazar: “Parislilere kendi şehirlerini yabancılaştırır. Artık o şehirde kendilerini evlerinde hissetmezler.” Bu, modern kentlerin neoliberal dönüşümünde sıkça karşılaşılan mekânsal yabancılaşmanın erken bir betimidir. Kent, artık sakinlerinin değil, planlayıcıların, yatırımcıların ve sermaye gruplarının şekillendirdiği bir yapıya dönüşür. Bu dönüşüm yalnızca sembolik değil, aynı zamanda ekonomik bir şiddeti de barındırır.

Benjamin, Haussmann’ın şehirde uyguladığı zorla el koymaların (mülksüzleştirmelerin), arsa spekülasyonunu teşvik ettiğini belirtir. Yani halktan alınan mekânlar, kamu yararına değil, doğrudan özel sermayenin birikim döngüsüne açılmıştır. Bugün lüks konutların boş kalması, gayrimenkul yatırımlarının kara para aklama aracı hâline gelmesi ya da kent merkezlerinin yaşayanlar değil, yatırımcılar için yeniden şekillendirilmesi, Benjamin’in bu erken teşhislerinin çağdaş örnekleridir.

Okupa Hareketi’ne toplumsal destek 

İspanya’daki Okupa hareketi, yalnızca bireysel eylemlerden oluşan dağınık bir tepkisellikten ibaret değildir; aksine, çok sayıda örgütün aktif desteğiyle kolektif bir toplumsal mücadele ağına dönüşmüştür. Bu yapılar arasında, ipotek mağdurlarını örgütleyen PAH (Plataforma de Afectados por la Hipoteca), kira spekülasyonuna karşı mücadele eden Kiracı Sendikası (Sindicat de Llogateres), feminist ve queer kolektiflerin buluştuğu işgal evi La Ingobernable, anarşist çizgideki sendika CNT ve çeşitli mahalle meclisleri öne çıkar. Bu aktörler, barınma hakkını yalnızca insani bir ihtiyaç olarak değil, sınıfsal, toplumsal cinsiyet temelli ve antikapitalist bir mücadele alanı olarak tanımlar ve ortaklaştırır.

Bu kolektifler arasında Engels’in Konut Sorunu Üzerine adlı eserinde çizdiği sınıfsal analiz hattına açıkça referans veren yapılar da bulunmaktadır. Bunlardan biri, devrimci sosyalist çizgideki CRT (Corriente Revolucionaria de Trabajadores y Trabajadoras – Devrimci İşçi Akımı)’dir. CRT’nin medya organı olan Izquierda Diario, barınma hakkını yalnızca hukuki ya da ahlaki bir mesele değil, sınıf mücadelelerinin temel alanlarından biri olarak konumlandırır. Yayınlarında, Okupa Hareketi’ni kriminalize eden aşırı sağcı grupları (örneğin Desokupa) ifşa ederken, devlete yönelik temel eleştirisi şudur: Devlet, büyük mülk sahiplerinin ve emlak spekülatörlerinin çıkarlarını korumakta; konut sorununa değil, sermaye birikimine hizmet etmektedir. Ayrıca, İspanya’da 3,5 milyon boş konut bulunduğu ve bunların yalnızca yüzde 0,03’ünün işgal edildiği belirtilerek, medyada yaratılan “Okupa paniği”nin, krizin gerçek nedenlerini perdeleyen bir manipülasyon olduğu vurgulanmaktadır.

Sonuç: Kentin geleceği kimindir?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Genel Sekreter Yardımcısı Buğra Gökce, İstanbul’da yaklaşık 450 ila 750 bin arasında boş konut bulunduğunu belirtti. Gökce, bu konutların büyük bir kısmının yatırım amacıyla alınmış ikinci ve üçüncü evler olduğunu ifade etti. Bu durumun, konut erişimini kısıtlayan ve konut piyasasını dengesizleştiren önemli bir faktör olduğunu vurguladı. Ayrıca, bu konutların değerlendirilmesinin hem fiyatların aşırı yükseldiği konut piyasasının dengelenmesini sağlayabileceğini hem de sosyal konut olarak kullanılıp depreme karşı yapı stoğunun yenilenmesinde fayda sağlayabileceğini belirtti

Ezgi Mola’nın evi üzerinden başlayan tartışma yalnızca mülkiyet değil, kimin nerede, nasıl yaşaması gerektiğine dair bir iktidar çatışmasıdır. Bu çatışmanın tarafı kim olacak? Ezgi Mola’nın sanattan kazandığı geliri konuta yatırması ve bunu yalnızca Türkiye içinde değil, uluslararası ölçekte —örneğin Barcelona’da— gerçekleştirmesi, sanatın üretici gücünün yeniden kültüre değil, mülke yönlendirilmesi anlamına gelir. Bu durum, sanatçının kazancının sanata ya da kamusal yaşama dönmeyip, kendi ihtiyaçlarını karşılamın ötesine giden bir özel mülkiyet ve spekülatif yatırım alanlarına aktarılmasıyla, sanatın kendisiyle olan dolaşımının kesintiye uğradığını gösterir. Sanatçı, böylelikle yaratıcı üretimle toplumsal dönüşüm arasında kurulabilecek potansiyel bir bağ yerine, küresel emlak piyasasında bir figür haline gelir. Bu mesele, sadece bireysel bir tercih değil, daha büyük yapısal bir sorunun işaretidir: Ekonomik krizlerin ve yaşamsal güvencesizliğin arttığı bir ortamda, konutun temel bir barınma hakkı olmaktan çıkıp, yatırım aracına dönüşmesi. Ezgi Mola’nın bu yatırımı, emlak rantının dikkate alınmayacak kadar küçük bir yatırım olmasına rağmen, simgesel olması nedeniyle burada tartışılıyor. Ezgi Mola bu piyasada yalnızca bir birey olarak değil, yüksek kültür alanındaki figürlerin giderek daha fazla yatırımcıya dönüştüğü bir eğilimin örneği olarak karşımıza çıkıyor. Kültürel sermaye, finansal sermayeye tahvil ediliyor. Buna başka bir örnek ise, Ferdi Tayfur’un açıklanan mirasında Marmaris’te bir koy, bir yarımada, Adana’da 50 daire, İstanbul’da ise 30 ev ve 6 villası olduğu belirtildi.

Bu bağlamda İstanbul’daki konut krizine bakıldığında, Kanal İstanbul projesi gibi mega projelerin en büyük cazibesi su yolu değil, çevresinde yaratılacak yeni rant alanlarıdır. Bu noktada Şehir Plancıları Odası’ndan Mücella Yapıcı’nın 11 Mayıs’ta  X’te yaptığı paylaşımda şu sözleri çarpıcıdır:

 “Çok fazla boş konut var! Zira kara para aklamak isteyen yerli ve yabancı baronlar manavdan elma alır gibi yüzlerce daire alıp boş tutuyorlar! İnşaat sektörünün bir işlevi de bu! Millet kira zulmü ile inim inim inlerken, kentin hassas alanları inşaatlarla doldurulurken durum bu.”

Bu açıklama, boş bırakılan konutların yalnızca “atıl gayrimenkul” değil, küresel sermayenin yerel mekânları dönüştürme stratejisinin bir parçası olduğunu açık biçimde ortaya koyar. Küresel kentlerin merkezleri giderek barınma alanları olmaktan çıkıp, sermaye için değer saklama alanlarına dönüşmektedir. Barcelona’da, Berlin’de ya da İstanbul’da boş kalan konutlar, artık küresel sermayenin kent mekânını rehin aldığı sembolik noktalara dönüşmüş durumdadır. Dolayısıyla mesele, kentlerin barınma ihtiyacına değil, sermaye birikimine göre yeniden tasarlandığı yapısal bir krizdir. Bu durum, yalnızca tekil yatırımları değil, tüm kent politikalarını yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Kanal İstanbul gibi emlak rantı için gündeme getirilen projeler, kiraların yüksekliğine rağmen, boş bırakılan sayısız konutlar ve çevreyi ve hayvanları dışlayan bir şehir planlama geleneğinin baskısı altında, şu soruyla yüzleşmemiz gerekiyor: Günümüz İstanbul’unda konut sorununa karşı nasıl bir siyaset izlenmelidir? (VHY/TY)

.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir