Çiğdem Mater cezaevinden yazdı: Mahkeme hayaletleri

Gezi Davası’ndan 18 yıl hapis cezası verilen yapımcı Çiğdem Mater, Birikim Dergisi için “Mahkeme hayaletleri” başlıklı bir makale yazdı. 

Mater yazısında, Türkiye’de mahkemelerin toplumsal hafızadaki yerini, kişisel deneyimlerinden yola çıkarak anlattı.

Mater, mahkeme salonlarını sadece yargı mekanları değil, aynı zamanda birer toplumsal “sahne” ve politik “performans” alanı olarak ele alıyor.

Yazının bir bölümü şöyle:

Bazen, dünyada başka kaç yerde mahkeme salonlarının gündelik hayatı, siyaseti hatta bir ulus inşasını bunca etkilemiş olabileceğini düşünüyorum, elbet vardır bir yerler daha ama “yalnız ve güzel” ülkemiz mahkemeler ve toplumsal hafızadaki yerleri açısından, kanıtlayamam ama eminim, sıralamanın tepelerinde…

Şimdiye dek, kişisel olarak yargıyla, mahkemeyle, adliyeyle hiç işi olmamış bir yurdum insanına sorsak (– yani tabii öyle bir insan kaldıysa) Yassıada’dan 12 Mart’a, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’dan 12 Eylül’e, 28 Şubat’tan bugünlere pek çok mahkeme salonunu bir çırpıda anımsayıp, tarif edebileceğinden hiç kuşkum yok. Herkesin bu salonlara dair bir fikri var ve bu fikirler sinemadan değil, gerçek hayattan!

Aklıma mahkeme salonlarının düşmesi tabi boşuna değil. Mebzul miktarda davaya gazeteci, izleyici ve sonunda da sanık olarak katıldım, bir mahkeme salonundan apar topar tutuklandım ve üç yıldır da epeyce bir mahkemeyi cezaevinden takip ettim, televizyonların yayınladığı kadarıyla. Memleket de sağ olsun, her hafta yeni bir yargılamayla “izleyiciyi” hiç malzemesiz bırakmıyor. Ogün Samast’ın tahliye sonrası yeniden yargılandığı duruşmadan, yanında iki “serdengeçti”, elinde tespihi, “küçük büyük bütün dağları ben yarattım” edasıyla çıkışını da, 6 Şubat depremlerinde yıkılan binaların faillerinin afili, cakalı, paralı avukatlarını da, davaların peşini bırakmayan, yakınlarını kaybedenleri de, Adalet nöbetini Şanlıurfa Adliyesi’nden Adalet Bakanlığı’na, oradan da meclis kapısına taşıyan Emine Şenyaşar’ı da, Ayşe Ateş’in Sinan Ateş cinayeti davasına çelik yelekle gelişini de, birçoklarıyla beraber televizyondan izledim. Bir de tabii, cezaevinde gündelik hayatın parçası SEGBİS’e, mahkemeye gidip gelen kadınlar, maltada az sevinç çığlığı, çokça gözyaşı, “tutukluluğun devamına…”

Bu sayısız dava, okuduklarımla kesişti. Bizzat mahkeme salonlarını düşünmeye başlamamın müsebbibi “arkadaşım” demekten mutluluk duyduğum Başak Ertür’ün kitabı Spectacles & Specters. Ertür’ün kitabı, bazı davalar üzerinden mahkemelere birer “performans”, salonlarına da “performans alanı” olarak bakıyor, müthiş zihin açıyor. Ben misal, kitabı okuduğumdan beri bizzat bulunduğum ya da hakkında çok şey okuduğum, duyduğum mahkeme salonlarında sekiyorum.

Bizzat mahkeme salonunda olduğumu anımsadığım ilk dava, gazeteci Metin Göktepe’nin katillerinin (-güya) yargılandığı, Afyon’daki dev bir spor salonundaki duruşma. Henüz onlu yaşlarımdayım, bir spor salonunda daha önce de davalar görüldüğünü muhtemelen henüz bilmiyorum, hayal meyal anımsıyorum şaşkınlığımı. O mahkeme salonundan bir de Metin Göktepe’nin annesi Fadime Göktepe’nin dimdik, kararlı, katillerin taa gözünün içine dikilmiş bakışlarını ve sonraki yıllarda başka başka insanlarda defalarca tanık olacağımı henüz bilmediğim bir hayal kırıklığı ve öfke hatırlıyorum. O zamanlardan zihnimde bir de fotoğraf olarak, Sivas’ta, Madımak Otelinde, onlarca insanı katledenlerin (-güya) yargılandığı mahkemeler var.

Düşününce, Afyon’daki mahkeme salonu zihnimde Yassıada yargılamalarının salonuyla kesişiyor, Ayhan Aydan’ın fotoğraflardaki dimdik duruşu, Süreyya Ağaoğlu’nun hem bir avukat hem de bir tutuklu yakını olarak İstiklal Mahkemeleri’ne atıfla “keşke Yassıada’da da hukukçular yargılamasaydı” demesi, İstiklal Mahkemeleri’nden gördüğüm birkaç kareyi anımsıyorum, ruh hali sanki hep aynı. 1. Meclis’te İstiklal Mahkemeleri’nin yasalaşması tartışılırken, Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’in mahkemelerin yetki sınırsızlığına dair “Allah bile Peygambere böyle yetki vermedi” demesi çınlıyor aklımda.

Zihnim başka bir mahkemeye sekiyor: Görmediğim, muhtemelen bir kare bile fotoğrafı olmayan 12 Eylül yargılaması. Çocukluğumdan beri defalarca dinlediğimden olsa gerek, oradaymışçasına hayal edebildiğim bir dava: Hiç tanımadığım, güzel hatırasıyla büyütüldüğüm, 12 Eylül karanlığının işkenceyle aramızdan aldığı bir kıymetlimizin katillerinin (-güya) yargılandığı bir salon. Sevgilisini öldürenlerin yakasını bırakmayan, tehditlere karşı dimdik duran, o yapayalnız, kimsesiz, sokakta gören tanıdığı kafasını çevirdiği günlerde, o salonda tek başına oturup, katillerin taa gözünün içine bakan şahane bir kadın. O salonu hiç görmedim, “adalet yerini bulmadı”, o katiller cezalarını çekmedi, “huzur” içinde, sevdikleri yanlarında, evlerinde, yataklarında öldüler ya da ölecekler. O salonu hiç görmedim ama ne yazık ki hayat bana, epeyce mahkeme salonunda epeyce kadının (-ve daha az sayıda erkeğin) mahkeme salonlarında sevdiklerinin katillerinin (-güya) yargılandığı duruşmalarda, o katillerin gözlerinin taa içine baktıklarını gösterdi.

Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz.

(EMK)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir