Altın Koza notları: Acıyı anlatmak mümkün mü?

Sinemanın kadim tartışmalardan biridir: Acıyı, sanat yoluyla hikâyeleştirmenin doğru bir yolu bulunabilir mi? Toplumsal ve bireysel ölçekte yaşanan felaketlerin hikâyesini anlatırken anlatıcı kendini nerede konumlamalıdır? Bireyin ya da bir toplumun ortak acısını bir haz ilişkisinde kullanmak, onu bir farkındalık aracı hâline getirmek etik midir? Elbette cevabı pek kolay olmayan, fakat cevabını aramanın sanatla ilgili kimse için bir tür mecburiyet olduğu sorular bunlar. İletişimin âdeta bir varoluş şekli olduğu, dünyanın her köşesindeki felaketlerle döşeli günümüzde giderek daha can alıcı hâle geliyor bu sorular.

Başkanı tutuklu bir belediyenin organizasyonunda 22 Eylül’de başlayan 32. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin ana sahnesi Ulusal Uzun Film Yarışması’nda şu ana dek gösterilen filmler tüm bu soruları tekrar düşünmenin mümkün olduğu bir görüntü sundu.


Gündüz Apollon Gece Athena

Yarışmanın seyirciyle buluşan ilk filmi, Emine Yıldırım imzalı Gündüz Apollon Gece Athena yalnızca sinemanın bu cevapsız sorularının değil, aynı zamanda Türkiye Sineması’nın bazı aşınmış alışkanlıklarına da bir panzehir gibiydi. Daha önce yapımcı ve senarist kimlikleriyle tanıdığımız Emine Yıldırım’ın yazıp yönettiği film Anadolu coğrafyasının bugününe, dününe ve çok daha geniş çaplı geçmişine yayılan acıları özenle ve saygıyla buyur edip onları hafifletmenin yolunu dayanışmada, bir aradalıkta ve biraz da gülüp geçmede arıyor. Bunu yaparken de fantastik unsurlara, mitolojiye, inançlara, bu coğrafyanın seslerine başvuruyor. Ezgi Çelik’in canlandırdığı Defne’nin özel yeteneği aracılığıyla etrafımızdaki “hayaletler”i, öteki dünyaya geçmeden bu dünyadan alacağı olanların acılarını takip ediyoruz. Ve soruyoruz: Bu acıları dindirmek mümkün mü? Emine Yıldırım’ın buna verdiği net, keskin cevaplar yok. Ama yönetmen o cevapları nerede arayacağından emin gibi.

Gündüz Apollon Gece Athena bir ilk film. Mutlaka ki aksadığı, dengeyi korumakta zorlandığı kısımlar mevcut. Tarihin farklı noktalarına yayılan, birbirinden farklı karakterleri fantastik bir zeminde bir araya getirmesi bu dengenin stabil kalmasını bazı kısımlarda zorlaştırıyor. Ancak bu filmi özel kılan şey yaratıcısının bakışı şüphesiz ki. Antik dönemden bir rahibeyi, 90’ların faili meçhullerinden birini, bir yetimi ve yaşam hakkı gasbedilmiş bir pavyon şarkıcısını aynı hikâyenin parçası yapan da bu bakışın kendisi. Aki Kaurismäki’nin o meşhur müstesna bakışı gibi, ezilene, canı yakılana sunduğu şefkatli “biz” hissiyle seyircisine de bir temenni ve öneri sunuyor belki Emine Yıldırım’ın bakışı. Başımıza gelenleri gerçek olmaktan çıkarmadan, kurtuluşu birbirine karşılık beklemeksizin yardım etmekte arayan, “iyi” ve “naif” olmakta bir sakınca görmeden neşeyle yaşamasını bilenleri kayıran bir bakış bu. Ona Ezgi Çelik, Barış Gönenen ve Selen Uçer’in başı çektiği çok başarılı bir oyuncu kadrosu ve Barış Diri’nin filme ruhunu üfleyen muazzam müzikleri eşlik ediyor.

Gündüz Apollon Gece Athena faslını kapatmadan başta söylediğimiz “panzehir” ifadesini de açıklayalım. Sinemamızın yıllara yayılmış alışkanlıklarına, samanların içinden boşluğa bakan dertli adamlara, bir yokluk ve yenilgi nostaljisine gömülmüş ümitsiz karakterlere, iç dünyası kişisel vicdandan ibaret gibi duran duygusal dünyalara alışık seyirciye “böyle olmak zorunda değil” diyor film âdeta, bütün bu meselelere kafasını çevirmeden üstelik. O yüzden de daha önce izlediğimiz hiçbir şeye pek benzemiyor. Bir aradalık hissiyle Belmin Söylemez’in Ayna Ayna’sını, helallik isteyen hayaletleriyle Ayşe Polat’ın Kör Noktada’sını hatırlatıyor. Bu yönetmenlerin ortak noktasını sizlere bırakıyor ve bir sonraki filmimize geçiyoruz.

Gündüz Apollon Gece Athena film ekibi.
Hayaletlerle yoldaşlık ya da 'Gündüz Apollon Gece Athena'
Hayaletlerle yoldaşlık ya da ‘Gündüz Apollon Gece Athena’
30 Ağustos 2025

Ev

Belki de Türkiye’de “belgesel film” denilince ilk akla gelen filmlerden birinin, İki Dil Bir Bavul’un yönetmenlerinden Orhan Eskiköy’ün yeni belgeseli Ev, 6 Şubat depremleri sonrasında yaşananlara depremzede bir ailenin yaşadıklarıyla tanıklık ediyor. Film sonrasında gerçekleştirilen soru-cevapta yönetmenin anlattıklarına göre, kendisinin bir şeyler yapmak için kamerasıyla deprem bölgesine gitmesinin ardından Hülya Karasu ve ailesiyle tanışması bu filmin ortaya çıkmasını sağlamış. Depremde hasar gören evlerinden çıkmak zorunda kalan bu ailenin önce çadırda sonra konteynerda geçen hayatlarını yeniden ayağa kaldırma çabasını izliyoruz. Orhan Eskiköy, âdeta bir tür katılımcı gözlem metoduyla bu ailenin yaşadıklarının bir parçası oluyor ve bilhassa küçük çocukların enkazlar arasındaki yaşamını kayıt altına alıyor. Yakın zamanda yaşadığımız, insan zihninin kolayca algılamakta dahi güçlük çektiği bir acıya günlük hayatın iyileştiriciliyle bakmaya çalışıyor.

Orhan Eskiköy’ün filminin değerli yanı bu acıya bakma biçimi. Film başladığı andan itibaren ne kadar zor bir işe kalkışıldığını, bu hikâyenin taşıdığı ajitasyon ve katarsis tehlikesinin farkına varıyorsunuz. Film bu tuzaklara -yer yer anlatısını tekdüzeleştirmek pahasına- düşmüyor. İnsanları acıları üzerine konuşturmaya kalkışmıyor, hatta acının filmde en net biçimde kristalize olduğu birinci yıldönümü görüntülerini aktarırken görüntüyü ve sesi kısarak bu acıya saygıyla bakabilmenin yollarını arıyor. Yönetmen, gösterim sonrasında seyirciden yoğunlukla gelen kurmaca/belgesel ayrımı hakkındaki sorulara “Kamerayı oraya koyduğunuz anda kurmaca başlar” sorusuyla cevap verdi. (Bu tartışmalar, birkaç yıl öncesinin Yaramaz Çocuklar tartışmalarını da hatırlatıyor ister istemez.) Ailenin ev ve barınma hayallerini kurmaca yoluyla gerçeğe dönüştürdüğü kısımlarda da kendi bakışını açık ediyor yönetmen. Bir aciliyet hissiyle yapılmış, çok taze bir acıya bakmanın yollarını sinematik yöntemlerle arayan bir tanıklık belgeseli bu. Akışın temposunu yitirdiği, yer yer fazlalık hissi veren sahneleri bir yana, 6 Şubat depremleriyle ilgili tarihe düşülmüş önemli notlar arasında yer almaya aday bir film Ev.

Uçan Köfteci

Yarışmanın yurt dışında dünya prömiyeri yapmış birkaç filminden biri olan Uçan Köfteci’yi ise bu acıya bakmak mevzusuna farklı bir yönden iliştirebiliriz. Rotterdam, İstanbul ve Ayvalık gibi film festivallerinin ardından Altın Koza’da gösterilen film aslında bir bakıma acıdan yana bakmıyor oluşuyla öne çıkıyor. Filmde Kadir adlı seyyar bir köftecinin uçma tutkusunu ve bu tutkuyu hayata geçirmeye çalışırken yaşadığı zorlukları izliyoruz. Kısa filmi Bê Deng’le (Sessiz) Cannes’da Altın Palmiye kazanan Rezan Yeşilbaş’ın yıllardır beklenen bu ilk uzun metraj filmi, Diyarbakırlı gerçek bir karakterden yola çıkıyor. Yeşilbaş, sonradan 6 Şubat depremlerinde hayatını kaybeden Köfteci Kadir’i Twitter’da gördüğü bir haber sonrasında tanımış ve kendisiyle tanışıp filmini yapmaya karar vermiş. Hatta bu kurmaca filmin ardından yine Yeşilbaş’ın imza attığı konuyla ilgili bir belgeselin de seyirciyle buluşması bekleniyor.

Uçan Köfteci, temelde sözünü mizahla ve karakterinin Don Kişotvari inancıyla söyleyen, hayallere odaklanan bir film. Bunda başrolünde yer alan Nazmi Kırık’ın başarılı performansının da etkisi büyük (Kırık’ın İstanbul’da olduğu gibi burada da En İyi Erkek Oyuncu ödülünün adaylarından biri olduğu da kesin). Tamamı Diyarbakır’da geçen bu hikâyede şehrin devlet şiddetiyle tamamen dönüşen yapısını, siyasal baskıyı yalnızca arka plandan geçen akrepler ve paraşüte müdahale eden asker ve devlet görevlileriyle görüyor olmamız Uçan Köfteci’nin tartışmalı yönlerinden biri kuşkusuz. Geçtiğimiz yıl Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri üzerinden yaşanan Kürtçe tartışmasının bir parçası olması da mümkün. Bu gibi konular film genel izleyiciyle buluştuğunda konunun özneleri tarafından tartışılacaktır şüphesiz ama son derece ilginç bir çıkış noktasına sahip, yetenekli başrol oyuncusuyla keyifli bir seyir sunan filmin seyir zevkini düşüren unsurlarının başında senaryosunun geldiği de kesin. Zira bu ilginç fikre ve keyifli anlatıya bir uzun metraj filmin ihtiyaç duyduğu hikâye yoğunluğunu sağlamakta biraz zorlanan bir film Uçan Köfteci. Öte yandan birçok yönüyle heyecan verici bir sinemacı olan Rezan Yeşilbaş’ın sonunda ilk uzun metrajıyla tanışmak da büyük bir keyif.

Uçan Köfteci filminden bir kare.

Cinema Jazireh

Altın Koza’nın Ulusal Yarışması’nda seyirciyle buluşan dördüncü film ise Gözde Kural imzalı Cinema Jazireh oldu. Dünya prömiyerini Karlovy Vary’de yapan film, Altın Koza’nın da en çok merak edilen filmleri arasındaydı. Cinema Jazireh, yakın dönem Afganistan’ına götürüyor seyircisini. Taliban zulmü altında yaşanan bir toplumda kaybolan çocuğunu bulmak isteyen bir kadının sıradışı öyküsünü anlatıyor. Gerçek olaylardan yola çıkan filmde, burka altında bile kamusal alanda var olması mümkün olmayan bir kadının bu arayışını gerçekleştirebilmek için erkek kılığına girmesini izliyoruz. 2017 yapımı animasyon The Breadwinner’da da bir benzerini gördüğümüz bu fikrin sürüklediği ana anlatıya sonrasında ikinci bir öykü ekleniyor ve bu paralel öykülerin bir noktada birleşmesini bekliyoruz. Gözde Kural’ın filmini tartışmalı hâle getiren ise yazımızın izleğini oluşturan “acıya bakmak” meselesi.

Cinema Jazireh, Taliban yönetimindeki erkek egemen kültürün heteroseksüel erkek olmayan bireyler üzerindeki baskına odaklanıyor. Bunu yaparken de şiddeti ve baskıyı epey biçimci bir rejiyle aktarmayı tercih ediyor. Ses tasarımından görüntü yönetimine, mizansen kurulumundan oyuncu yönetimine her tercihin düşünsel bir iletişimden çok duyusal ve tek yönlü bir aktarım kanalıyla yapıldığını görüyoruz. 4:3 çerçeve oranının tercih edildiği, sıklıkla László Nemes’in Son of Saul’unu hatırlatan biçimde dar kadrajların ve odak dışı kalan anlatısal unsurların kullanıldığı görsel bir dünya kuruluyor. Buna, aynı görsel dünya gibi manipülasyona dayalı, ortam sesinin düşürüldüğü, dramatik anlara yönelik keskin kontrastların yaratıldığı agresif bir ses tasarımı da eşlik ediyor. Dolayısıyla anlattığı hikâyeden çok, seyircinin bu konuda ne hissetmesi gerektiğini vurgulayan bir rejisi var yönetmenin. Filmin anlattığı hikâyenin temel unsurlarının da baskıcı, insanlık suçları işleyen bir rejim olduğu düşünülürse boğucu, deneyimlemesi zor, hikâyesinin baskıcılığını farklı biçimde tekrar eden bir film izliyoruz. Bu da filmin dramatik zeminini Taliban gibi politik bağlamı pek de tartışmalı olmayan bir rejimin kötücüllüğüne indirgemiş oluyor. Herhangi bir noktada pek inandırıcı olamayan makyaj, sıklıkla anlatının dışına attığı seyircisini karakterlerle özdeşlik kurmaya zorlayan bazı reji tercihleri ve başarısız oyunculuklar da buna eklenince Cinema Jazireh beklentileri karşılamaktan uzak bir görüntü çiziyor.

Buradan başta ifade ettiğimiz acıya bakmak meselesine geri dönmekte fayda var. Seyircinin filmle karşılıklı bir ilişkiye giremediği, seyirciye yeni düşünce alanları açmaktan ziyade zaten bilinen gerçekleri en basit hâliyle bir kez daha “yaşatma” amacı taşıyan filmler bilhassa biraz tecrübeli izleyicilerin nazarında kullanılmışlık hissi yaratabiliyor. Başka bir ifadeyle seyircinin filmden bir şey almaktan çok verdiği bir ilişki, hayatın her alanının görsel-işitsel ifade alanlarıyla dolduğu günümüzde en hafif tabirle yetersiz kalıyor. Tutsak edildiği bir eğlence mekânına Stockholm Sendromu’yla bağlı bir karakterin bir çocuğa hediye ettiği cımbızdan devşirilmek istenen romantizm ise yalnızca ikna edicilik dertleri olabilecek bir filmi tehlikeli sulara götüren akılda kalıcı unsurlardan birisi.

(EBB/TY)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir